Sıradan bir vatandaş eline bir Kur’an meali/çevirisi aldığında ne okuyor?
Önceki Saffat suresi anlatımında; yaratıldığı ifade edilen insanın her hareketinin, her düşüncesinin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu, buna rağmen Yaratan-yaratılan arasında bitmek bilmeyen bir iman-inkâr mücadelesinin sürdüğünü, insanın ise sürekli sorumlu tutulup hesaba çekildiğini belirtmiştik.
Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın otuz sekizincisindeyiz. İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre elli dördüncü sure “Lokman” dır. Arap alfabesinin “Elif, Lam, Mîm” harfleriyle başlayan surede geçen göksel kavramlar Allah, Biz ve Rab’dır. Surenin iniş nedeni tefsirlerde, Kureyş’in, hâkim ve hekim olarak bilinen Lokman ile ilgili soru sorması olarak verilmektedir. Lokman’ın kimliği ise rivayetlere dayanır. Lokman kelimesi İbranice veya Süryanicedir. İslam öncesi Arap toplumunda hakîm diye nitelenen, İsrailoğullarına kadılık ettiği söylenen Lokman, uzun ömrü, bilgeliği ve atasözleriyle bilinmekte ve şiirlerde, “Hz. Hud’un kavmine adını veren Âd’a nispetle Lokman b. Âd olarak” geçmektedir. (Diyanet, İslam Ans.)
Açık kaynaklara göre Lokman, Yahudi kavmindendir ve “Hz. Eyyub’un kız kardeşinin veya teyzesinin oğludur. Hz. Davud zamanına yetişip ondan ilim öğrenmiş, Davud, peygamber oluncaya kadar fetva vermiş, sonra da onun yardımcısı olmuştur.” İslam düşünürü Muhammed Esed’e göre ise Lokman, Hızır gibi kurgusal bir kişiliktir. Ayrıca Lokman’ın “oğluna verdiği öğütler ile Süryani edebiyatından, Ninova’da başvezir olan Ahikar’ın oğluna/yeğenine olan öğütleri arasında paralellikler olduğu üzerinde durulmaktadır.”
Kur’an, “güzellik ve iyilik yapanlar için bir hidayet ve rahmettir” ki “onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar.” Onlar kurtuluşa erecektir. Biz şöyle der: “İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için boş sözleri satın alıp, Allah’ın yolunu alaya alanlar vardır. İşte alçaltıcı azap onlaradır. Onun karşısında ayetlerimiz okunduğu zaman da sanki onları işitmemiş, sanki kulaklarında bir ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. İşte onu, acı verecek bir azap ile müjdele.”
İnanan ve yararlı iş yapanlar ise “Allah’ın verdiği söz gereğince” nimet (Naim) cennetlerinde temelli kalacaklardır. İman ve de inkârın varacağı noktaları açıklayan Biz, Arap toplumuna hitap eder. Daha önce de örneklerini gördüğümüz, tekil olan öznenin çoğul olarak devam etmesi durumu bu hitapta da vardır. Şöyle denir: “Allah gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş ve orada her türlü canlıyı yaymıştır. Gökten su indirip, orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.”
Biz, Allah’a şükretmesi için Lokman’a hikmet/bilgelik vermiştir ve şu genelleme yapılır: “Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye layıktır.” Devamla, Lokman’ın oğluna verdiği öğütlere geçilir: “Ey oğulcuğum! Allah’a eş koşma, doğrusu, eş koşmak (şirk) büyük haksızlıktır/zulümdür.” Biz insana, anasına ve babasına itaati de salık verir. Annesi onu “güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak” karnında taşımıştır. “Çocuğun sütten kesilmesi ise iki yıl sürer.” Biz insana, “Bana, anana ve babana şükret” diye de öğütte bulunmuştur ve devamında, “dönüş, ancak Banadır,” denir. Burada da özne, “Biz-Ben” birlikteliği şeklinde ifade edilmiştir.
Anne-babaya karşı gelme konusu da açıklanır: “Bununla beraber eğer her ikisi de bilmediğin bir şeyi, bana ortak koşman hususunda seni zorlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelenlerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak Banadır. O zaman ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.”
Lokman, “Ey yavrucuğum!” seslenişi ile oğluna öğüt vermeyi sürdürür: “Bir hardal tanesi ağırlığınca olan bir şey, bir kayanın içinde veya göklerde, ya da yerin içinde olsa bile Allah onu ortaya çıkarır. … Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir. Hem insanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Doğrusu Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini alçalt. Doğrusu, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.”
Şunu soralım: Eşeğin sesinin çirkin olup olmaması eşeğin elinde midir? Arıya vahyeden; “dağlarda, ağaçlarda ve kurulmuş kovanlarda yuvalar edin,” diyen Yaratıcı ya da her şeyi yarattığını vurgulayan Biz, neden bir böceğe vahyederken, dört ayaklı diğer bir canlıyı “çirkin sesli” olarak damgalar?
Lokman’ın öğütleri arasında geçen “başına gelene sabretmek” kavramı da tarih boyunca, yönetilenleri gütmek, yani siyasi manipülasyon için yönetenler tarafından kullanılmıştır. Bu durum günümüz Türkiye’sinde de sürmektedir. Her türlü nimet içinde yaşayan yönetenler, açlık ve yoksulluk sınırında boğuşan insanımıza bol bol “sabır” tavsiye etmekte, sabretmenin faziletleri hutbelerin konusu olmaktadır. Örneğin; “Musibetler Karşısında Müminin Tavrı” başlıklı Diyanet Cuma hutbesi için şu ayet seçilmiştir: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155) Bu ve benzer ifadelere rağmen insan, içine düştüğü/düşürüldüğü durumun nedenlerini sorgulamalıdır.
Ardından göklerle Arap toplumu arasındaki iman-inkâr durumuna dönülür ve sorulur: “Allah’ın göklerde olanları da yerde olanları da sizin için çalıştırdığını, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca verdiğini görmüyor musunuz?” Devamla şöyle denir: “İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk göstergesi ve aydınlatıcı bir kitabı bulunmadan tartışanlar vardır. Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denince, ‘Hayır! Babalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız’ derler. Ya şeytan onları ateşin azabına çağırmışsa!”
İyilik yaparak “Allah’a yüzünü veren kimse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuş olur.” ifadesinden sonra Muhammed peygamber teselli edilir: “Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onlar dönüp bize gelecekler. O zaman Biz onlara bütün yaptıklarını haber vereceğiz. Gerçekten Allah, bütün kalplerin özünü bilir. Onları az bir süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz.”
Biz, Allah’ı anlatır: “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Doğrusu, Allah zengindir, övgüye layıktır. Eğer, yeryüzündeki her bir ağaç kalem ve ardından yedi denizle desteklenen bir deniz de mürekkep olsa, yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, bilgedir. Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de ancak bir tek nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah her şeyi işitir ve görür.” Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar. “Güneş ile ayı da emrine boyun eğdirmiştir,” her biri belirli bir süreye kadar akıp gider, “Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Devamında şöyle denir: “Bu, Allah’ın gerçek olmasından/hakkın ta kendisi olmasından ve O’ndan başka taptıklarının saçma olmasındandır.”
Biz sorar: “Belgelerini size göstermek için; denizde gemilerin Allah’ın nimetiyle yürüdüğünü görmez misin?” İman-inkâr konusu üzerinden insanın Biz’e olan nankörlüğü verilir: “Onları kara bulutlar gibi bir dalga sardığı zaman, dini yalnız kendisine özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise içlerinden doğru giden de bulunur. Bizim ayetlerimizi öyle nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.” Ardından şu uyarı cümleleri gelir: “Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle fayda sağlayacak değildir. Allah’n vaadi gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. Aldatan da sakın sizi ‘Allah’ diyerek aldatmasın.”
Bu konu, aynı sözcük kalıplarıyla daha önce Fatır suresinde de verilmiştir. Allah ile aldatma, siyasal İslamcının her asırda yol ve yöntemidir. Tarih boyunca diğer dinlerin güç sahipleri de bu yolu kullanarak toplumları yönlendirmiştir. 16. yüzyıl Avrupa’sında Reform hareketiyle başlatılan aydınlanma, bizim topraklarımıza dört asır sonra, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, işgal altında kalan son vatan toprağını kurtarıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kurması ve devrimleriyle gelebilmiştir. Türk aydınlanmasının Büyük Önderi, Türk milletinin çağı yakalaması için çalışmış ve bizzat kaleme aldığı Nutuk adlı ölümsüz eserinde de konu edilen “Allah ile aldatma” ya, olayları ayrıntılarıyla vererek dikkat çekmiştir.
Tefsirlere göre son ayet; Hâris ibni Ömer adında bir kişinin elçi Muhammed’e gelerek: “Kıyamı saat ne zaman? Beldelerimiz kuraklıktan sıkıldı, bolluk ne zaman? Karımı gebe bıraktım, ne doğuracak, bugün ne kazandığımı biliyorum, yarın ne kazanacağım? Nerede doğduğumu biliyorum, fakat nerede öleceğim?” sorularını yöneltmesi üzerine inmiştir. Vahyin yanıtı da: “Doğrusu, Kıyamet saatini bilmek Allah’a özgüdür. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı da bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Doğrusu Allah bilgindir, haberdardır.” şeklinde olmuştur.
Rivayetlere de dayansa sure, Kureyş’in Lokman’la ilgili soru sorması nedeniyle inmiş ve yine Arap toplumundan bir kişinin sorularını yanıtlamakla sonlanmıştır. Hezarfen İbni Sina’nın, vahyi, peygamberlerin ilham kabiliyetine bağlaması konusu üzerinde düşünülmelidir. Lokman suresi anlatımı tamamlanmıştır.
Sıradan bir vatandaş eline bir Kur’an meali/çevirisi aldığında Lokman Suresi olarak yukarıdaki satırları okumaktadır. Mekkî surelerin anlatımı sürecektir.
Canan Murtezaoğlu