Önceki yazımızda ilk kırk beş sureyi tamamladığımızı, böylece Mekki surelerin yarısını aşmış olup Kur’an’ın da yaklaşık %40’ını -kabul görmüş meallere göre- özet niteliğinde anlamaya ve anlatmaya çalıştığımızı belirtmiş ve ilk çıkarımlarımızı paylaşmıştık.
Mekkî surelerle ilgili yaptığımız vatandaş okumamızın otuzuncusundayız.
İbn Abbas-Kurayb rivayet zincirine göre kırk altıncı sure “Neml” dir. (Dişi Karınca) Tasîn suresi, Surei Süleyman olarak da bilinir. Surede geçen göksel kavramlar Rab, Biz, Ben ve Allah’tır. Sure, Arap alfabesinin Tâ ve Sîn harfleri ve “bunlar sana, Kur’an’ın ve apaçık bir kitabın ayetleridir” ifadesiyle başlar. “Bunlar, namaz kılan, zekât veren ve ahireti de kesin olarak bilen inananlara” hidayet rehberi ve müjdecidir.
Biz, “ahirete inanmayanların yaptıkları işleri kendilerine güzel/süslü” göstermiştir; o nedenle de “körü körüne bocalarlar/kalpleri körelmiştir.” Azabın kötüsü bunlaradır “ve ahirette en çok kayba uğrayacaklar bunlardır.” Kur’an’ın, “bilge ve bilgin olan katından” Muhammed peygambere indirildiği ifade edildikten sonra önceki surelerde de yer alan, elçilere inanmayan Yahudi kavimlerinin, yok ediliş kıssaları tekrarlanır.
Musa ve Firavun… Musa, ailesine bir ateş gördüğünü, ondan bir haber ya da ısınmaları için “tutuşmuş bir öksü/bir kor ateş” getireceğini söyler. Oraya geldiğinde kendisine seslenilir: “Ateş (mahallinde) bulunana da, çevresinde olan kimselere de muhakkak (feyz ve) bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir/Âlemlerin eğiteni Allah yücedir.” Değneğini atması söylenen Musa, değnek yılanmış gibi görününce dönüp arkasına bakmadan kaçar. Şöyle seslenilir: “Ey Musa! Korkma! Doğrusu, Benim huzurumda elçiler/peygamberler korkmaz; ancak haksızlık etmişken sonra kötülüğünü iyiliğe çeviren kimse de. Kuşkusuz, Ben doğrusu bağışlarım, acırım.” Musa’dan elini koynuna sokması istenir; eli kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Değneğin yılan olması ve elinin bembeyaz çıkması da dahil Musa’dan 9 mucize ile Firavun ve kavmine gitmesi istenir çünkü onlar yoldan çıkmıştır.
Elmalılı bu dokuz mucizeyi: Asa, Yed-i beyza, (beyaz el) Sinîn, (yanan çalı) Tufan, Çekirge, Kummel, (buğdayın güvelenmesi, küçük ve siyah bir haşerat çeşidi) Kurbağa, Kan, Felk (deniz yarılması) olarak verir.
Burada, Tevrat’taki RAB-Musa diyaloğunu da verelim: “RAB, “Bak, seni firavuna karşı Tanrı gibi yaptım” dedi, “Ağabeyin Harun senin peygamberin olacak. Sana buyurduğum her şeyi ağabeyine anlat. O da firavuna İsrailliler’i ülkesinden salıvermesini söylesin. Ben firavunu inatçı yapacağım ki, belirtilerimi ve şaşılası işlerimi Mısır’da arttırabileyim.” (Mısır’dan Çıkış 7: 1-3) Bu “şaşılası işler” ise Tevrat’ta; kan belası, kurbağa belası, sivrisinek belası, atsineği belası, hayvanların ölümü, çıban belası, dolu belası, çekirge belası, karanlık belası ve ilk doğan çocukların ölümü başlıkları altında açıklanır. Kur’an’dan devamla, Firavun ve kavmi, “gözle görülen belgeler” kendilerine gelince, vicdanları doğruluğunu bilse de bunun bir büyü/sihir olduğunu söyleyecek; “haksızlık ederek ve büyüklenerek bile bile inkâr” edeceklerdir.
Ardından Yahudi kavminden Süleyman ve Sebeliler’in kıssası anlatılır. Biz, Davud ve Süleyman’a ilim vermiştir. Onlar da “inançlı kullarının birçoğundan üstün” kılındıkları için Allah’ı överler/hamd ederler. Davud’a vâris olan Süleyman, insanlara hitap ederek kendilerine “kuş dili” öğretildiğini, her şeyden nasip verildiğini ve bunların apaçık lütuf/erdemlilik olduğunu söyler. Elmalılı tefsirindeki açıklamaya göre; kuş dili olarak çevrilen “mantıkuttayr” tamlaması kuş mantığı anlamındadır. İsmail Hakkı İzmirli de bunu; “Süleyman peygamber seslerinin neye delalet ettiğini anlardı” şeklinde açıklamıştır.
“Cinlerden/görülmeyen varlıklardan, insanlardan ve kuşlardan” oluşan bir ordu Süleyman’ın hizmetinde toplanır, düzenlenmiş biçimde yürür ve karınca vadisine gelirler. Dişi bir karınca şöyle seslenir: “Ey karıncalar! Yerlerinize girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin/kırıp geçirmesin.” Bu söze gülümseyen Süleyman, Rabbine seslenir ve “ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat,” der.
Kaynaklar Neml vadisini; Şam, Taif ya da Yemen’de karıncası çok bir dere olarak vermektedir.
Kuşları gözden geçiren Süleyman Hüd-Hüd’ü (çavuş kuşu/ibibik) göremediğini ve kendisine apaçık bir delil getirmez ise onu şiddetli bir azaba uğratacağını ya da boğazlayacağını/boynunu vuracağını söyler. Hüd-Hüd çok geçmeden gelir ve Süleyman’a, onun bilmediği bir şey öğrendiğini, Sebe’den doğru/önemli/kesin bir haber getirdiğini söyler. Hüd-Hüd, Sebeliler’e hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân verilmiş, görkemli tahtı olan bir kadınla karşılaşmıştır. O ve kavmi güneşe secde etmektedir; “şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş” tur. Oysaki, “o büyük Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka tapılacak yoktur.” Yemen Araplarının atası sayılan Sebe, bir hanedan veya kabiledir. “M.Ö. yaklaşık 2500 yıllarına ait Sümer kitabelerinde geçen ‘sâbâ’ ve ‘sâbâm’ kelimeleriyle Sebe Devleti’nin kastedilme ihtimalinden hareketle Sebe’nin tarihinin milattan önce üç binli yıllara uzandığı” düşünülmektedir. (TDV, İslam Ans.)
Süleyman, Hüd-Hüd’ün doğru söyleyip söylemediğini sınamak için şöyle der: “Şu mektubumu/yazımı götür, onlara at, sonra bir yana çekil, varacakları sonuca bak.” Elmalılı şu yorumu yapmıştır: “Burada Hüd-hüd bir posta hizmetinde kullanılmış oluyor. Fakat bunda bir güvercinin mektup götürmesinden fazla bir şey var.”
Kadın (Sebe melikesi) toplumunun ileri gelenlerine seslenerek kendisine Süleyman’dan önemli bir mektup bırakıldığını, mektubun, “Acıyan ve Acıyıcı olan Allah adınadır: Sakın bana başkaldırmayın/kafa tutmayın da müslim olarak/içtenlikle doğruya bağlanmış olarak gelin.” cümlelerini içerdiğini belirtir. Melike, kesin bir hüküm verebilmek için ileri gelenlerden (ayan) fikirlerini söylemelerini ister. İleri gelenler/beyler/ulular yanıtlar: “Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, ama buyruk senindir, sen ne buyuracağını düşün.” Melike; hükümdarlar bir memlekete girerlerse orayı perişan ederler, halkın ulularını aşağılarlar, “ben onlara bir hediye göndereyim de elçilerin ne ile döneceklerine bakayım,” der.
“Bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz/mal ile bana imdat mı ediyorsunuz?” diyerek hediyeleri reddeden Süleyman, Allah’ın kendisine verdiğinin daha iyi olduğunu söyler ve hediyeleriyle böbürlenen/hediyelerine güvenen elçiye şöyle der: “Onlara geri dön. Andolsun ki, onlara güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir, onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırım.” Ardından Süleyman ileri gelenlere/ululara/müşavirlere seslenir ve “onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike’nin tahtını bana getirebilir,” diye sorar. “Cinlerden bir ifrit” yanıtlar:
“Sen makamından/yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var.” “Kitap ilmine sahip olan biri” de şöyle yanıtlar: ‘Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.” Süleyman “tahtı hemen yanında yerleşmiş” görür ve “bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin bolluğundandır/lütfundandır.” diyerek şu emri verir: “Tahtını başkalaştırın bakalım hakikati tanıyacak mı? Yoksa tanımazlardan mı olacak?” Kadın (Melike) gelince ona “senin tahtın böyle miydi,” diye sorulur. O da yanıtlar: “Sanki odur. Ondan evvel de bize ilim verilmişti de biz müslüman olmuştuk/içtenlikle doğruya bağlanmıştık.” Bunun üzerine şöyle denir: “(Hayır) Onun, Allah’ı bırakıp tapmakta devam ettiği şey (güneş) kendisine mani olmuştu. Çünkü o kâfir kavimdendi.”
Melike’ye, “köşke gir” denir. Onu derin bir su zanneden Melike, eteğini yukarıya çeker. Elmalılı tefsirinde bu ayeti: “Onu görünce derin bir su sandı ve paçalarından çemrendi.” şeklinde çevirmiştir. Çemrenmek; kol, paça veya etekleri kıvırıp sıvamak, mecaz olarak da bir işe girişmeye hazırlanmak, anlamlarındadır. Bunun üzerine Süleyman, “bu billurdan yapılmış, şeffaf bir zemindir/bu camdan yapılmış cilalı bir saraydır/bu sırçadan mamül düzeltilmiş ve şeffaf bir açıklıktır,” der. Burada geçen “es-sarh” sözcüğü tefsirlerde, “gerek köşk olsun, gerek arsa olsun tavansız, açık bir yer demektir,” şeklinde açıklanmaktadır. (Şeyhzâde) Bunların üzerine Melike, kendine yazık etmiş olduğunu belirtir ve “Süleyman vasıtasıyla âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum,” der.
Süleyman, Yahudilik ve Hristiyanlıkta kral, İslam’da ise hükümdar-peygamber olarak kabul ediliyor. Semavi dinlerin kaynağı tek ise birinin sadece kral kabul ettiği neden diğeri için peygamber de oluyor?
Üç dinin ortaya çıktığı bölgenin kavimleri acaba tanrı, peygamberlik gibi kavramlara farklı anlamlar mı yüklemişlerdi? Yukarıda verdiğimiz, Tevrat’taki RAB-Musa diyaloğu buna örnektir. RAB, Musa’yı Firavun’a karşı tanrı gibi yapmış, Harun’u da onun peygamberi olmuştur!
Neml suresi anlatımı devam edecektir…
Canan Murtezaoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.