• BIST 9524.59
  • Altın 2506.267
  • Dolar 32.5562
  • Euro 34.2586
  • İstanbul 12 °C
  • Ankara 10 °C

“Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın!”  (1)

Hergünlü/Mali Müşavir

 

 

Geçtiğimiz günlerde İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu 93 yaşında yaşamını yitirdi. Ustaosmanoğlu’nun vasiyeti gereği “kadınların katılamadığı” Fatih Camii’ndeki cenaze törenine binlerce insan akın etti. Törene katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ustaosmanoğlu için “İlim sahibi bir önderimizi uğurluyoruz.” dedi.

Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde bir tarikat liderinin cenazesine Cumhurbaşkanlığı düzeyinde katılım olunca; Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze kadar tarikat, cemaat ve siyaset üçgenine doğru kısa bir yolculuk yapalım dedik; bakalım neler yaşanmış…

Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis açılışında yaptığı tarihî konuşmada; Ulus’un, Cumhuriyet’in, şimdi ve gelecekteki bütün saldırılardan kesinlikle ve sonsuza kadar korunmuş olmasını istediğini belirterek “eğitim ve öğretimin birleştirilmesi” ile “İslam dininin, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarılması ve yüceltilmesinin şart olduğunu” açıklar. Bu konuşma sonucunda Meclis’te karşı çıkışlar olur, sesler yükselir. Hilafet makamının devam etmesinden yana olanlar ikna edilir ya da onlar ikna olmuş görünürler. Sonuç olarak 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’de kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimde birlik sağlanır. Artık hiçbir ilmî eğitim vasfı kalmayan ve kendini yenileyemeyen yapısıyla Ortaçağ karanlığını temsil eden medreseler de kapatılır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki bütün okullar, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanır.

Atatürk, 18 Eylül 1924’te Rize’de şöyle seslenir: “Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin! Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır. Bunu böyle bilesiniz!”

30 Kasım 1925’te bir önemli kanun daha yürürlüğe girer; tekke ve zaviyeler kapatılır. Buna göre bütün tarikatlarla birlikte, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılması, bunlara ait hizmetlerin yapılması, bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi de yasaklanır.

Tüm bu uygulamaların sonucunda ülkede ne kadar tarikat, cemaat ve benzeri yapı varsa hepsi yeraltına çekilmiş olmalı ki, Atatürk’ün vefatının ardından hepsi birer birer ortaya çıkmaya başlar. Çok partili siyasi yaşama geçildikten sonra, İslamcılar kendilerine adres olarak Demokrat Parti (DP)’yi belirlerler. Said Nursi’nin 1950’de, DP iktidara gelince, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a şu telgrafı çektiği belirtilir: “Cenabı Hak sizi İslamiyet, vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına Saidi Nursî.”

Menderes’in iktidarında Nur Cemaati güçlenir. 1957 seçimlerinde Nurcularla seçim ittifakına giren Menderes’i, Emirdağ’da yeşil tuğralı bayraklı Said-i Nursî (Kürdî) taraftarları karşılar.

DP iktidarında karşı devrimin çok önemli adımları atılır; Köy Enstitüleri ve Halk evleri kapatılır. Metin Aydoğan, “Küreselleşme ve Siyasi Partiler” adlı kitabında şunları söylemektedir: “Köy enstitülerinin dünya çapındaki başarısının 1945’ten sonra Türkiye’ye girmeye başlayan ABD’ nin dikkatini çekmemesi olası değildi. Nitekim ABD, o dönemdeki Türk hükümetine 12 adet ‘eğitim projesi’ kabul ettirdi ve bu kabulden sonra Türk Millî Eğitim’i çok farklı bir yöne döndü. Köy enstitüleri önce etkisizleştirildi sonra kapatıldı, yerlerine imam hatip okulları açılmaya başlandı.”

Nurcular ve diğer İslamî cemaatler, 1965 seçimlerinde DP’nin devamı olan Adalet Parti   (AP)’yi desteklerler. Bu dönemde, İslamcılar içinde Nurcular ağırlıklarını koruyorlardı. 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde ise İslamcı hareketin siyasette daha etkin rol alması için parti içerisinde hamleler yapılıyordu. Grupta Nakşibendî tarikatı mensubu Necmettin Erbakan da vardır. 1970’li yıllarda ise tarikatlar ve cemaatler kendi partilerini kurmayı yeğlerler ve Nurcular ve Nakşibendîlerin ittifakı ile Milli Selamet Partisi (MSP)’ni kurarlar.

Demokrat Parti iktidarının başbakanı Adnan Menderes, “Şimdiye kadar baskı altında tutulan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.” açıklamasında bulununca İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek fırsatı kaçırmaz ve bakın neler söyler: “…Böyle bir sözü söyleyecek başbakanın kölesi olduğumuzu söylemekten şeref duyarız. Tekrar ediyoruz; partimize, siyasi muhitimize, kabinemize, tezatlarımıza ve hatıra gelmeyen her şeyimize rağmen, en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz.”

Necip Fazıl, “Köleliğimizi kabul buyurunuz” dese de ilerleyen zamanlarda durum tam tersine döner; siyasi partiler “oy deposu olarak” gördükleri tüm cemaat ve tarikatların kölesi olur.

Söz konusu dinci kesimler, nasıl ki DP’yi iktidara taşımışlarsa, aynı şekilde Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP)’ni de iktidara taşırlar. Nur cemaati ve kökleri 2. Abdülhamit dönemine kadar uzanan Süleymancılar önce DP’ye daha sonra da AP’ye yanaşırlar. Hal böyle olunca, Demirel de dinci kesimlerden oy devşiren bir başbakan olarak bu çevrelere dört elle sarılır ve ilk icraatını makam aracıyla Cuma namazına giderek gerçekleştirir. Olay basının kulağına “fısıldanır” ve namaz kılan Demirel fotoğrafı basında yer alır…

Demirel bu konuda yine bir röportajda şunları söyler: “Peki, niye gittim? Çünkü ben gidersem herkes rahat gider… Yani, herkes gönlünü gere gere ben Müslüman’ım diyebilmek kâfi değil. Onun icabını korkmadan yapabilsin…”

Demirel, Cumhuriyet’in en büyük devrim yasalarından olan Tevhid-i Tedrisat’a da karşıdır ve şöyle konuşmaktadır: “…Şayet Kur’an kursları veya din eğitimi, bu kanuna (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ters düşüyorsa yanlış olan, din eğitimi değildir; Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur…”

1980 ihtilâlinden sonra, üzerlerindeki olumsuzlukları örtbas etmek için kurslarında Atatürk hatta Kenan Evren köşeleri oluşturan Süleymancılar; ilerleyen yıllarda kendisi ve ailesi de bir Nakşî olan Turgut Özal’ın Anavatan Partisi (ANAP), Doğruyol Partisi (DYP) ve Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi (RP)’ni destekleyerek, bu partilerden milletvekillikleri hatta bakanlıklar kazanacaktır.

12 Eylül’ün generali Kenan Evren görünürde Cumhuriyet’i ve Atatürk devrimlerini korumakta kararlıdır ama öyle mi olmuştur? Netekim Paşa, “…İlk ve ortaokullara, liselere mecburi din dersi konulacaktır!” der ve öyle de olur; 1982 Eylül ayında ilk ve orta öğretimde din dersi zorunlu kılınır. Bu arada Almanya’da faaliyet gösteren İslam Cemiyet ve Cemaatler Birliği kurucusu ve Başkanı Cemalettin Kaplan’dan ilginç bir açıklama gelir: “Evren geldi. Evren’in bir iyiliği oldu. Partilerin balonlarına bir iğne dürttü, hepsi söndü. Bir-iki sene partisiz yaşadık. O kadar rahat ki, cemaat de çoğalıyordu, cemaat de ruhen bu particilikte tedirgindi.”

Deyim yerindeyse Kenan Evren’in bıçağının iki yüzü de kesmektedir… 12 Eylül darbesi ile din üzerinden siyaset üretimi serbest kalacak, tarikat ve cemaatler rahat bir çalışma ortamına kavuşacak, muhafazakâr kesim çok daha güçlenecektir.

Ve Turgut Özal… Nakşibendî tarikatı mensubu Turgut Özal iktidarında imam hatip okulları çoğalmakta, mahalle aralarındaki denetimsiz Kur’an kursları da çığ gibi artmaktadır.

Nakşibendî tarikatı, son iki yüz yıl içinde Türkiye’deki en etkili tarikatlardandır. Cumhuriyet’ten sonra yer altına inen ve en kolay yayılan tarikat olduğu bilinmektedir. İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Arvasiler, Süleymancılar, İskenderpaşalılar, Yahyalı Cemaati ve Erenköy Cemaati en bilinen kollarıdır.

Devam edecek…

Tülay Hergünlü

12 Temmuz 2022

Bu yazı toplam 263 defa okunmuştur.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2016 Özgür İstanbul | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.