• BIST 9645.02
  • Altın 2416.205
  • Dolar 32.5833
  • Euro 34.8133
  • İstanbul 20 °C
  • Ankara 24 °C

Çerçeve

Meltem Kaynas

Şu sıralar beyne merakım arttı. Gerçi kendimi bildim bileli tıbba ve insan vücuduna ilgim vardı; kan nasıl dolaşıyor, kalbin karıncıkları, hücrenin zarı, nöronlar, sinapslar falan, okumaktan en zevk aldığım konular olmuştur hep. Vücudumuzun içindeki o incecik yapılardaki hassas düzeni görmek, oldum olası heyecanlandırmıştır beni. Ama şu ara özellikle beyne ve işleyişine daha da merak sardım. Belki de bu merakın altında; kendimi ve toplumu daha iyi anlama çabası var, kim bilir.  Öyle ya, sonuçta düşünmenin, karar vermenin, yaratıcılığın ve de yaşadığımız her türlü derdin sorumlusu beyin.

Uzmanların dediğine göre; beynin “bilgisayar gibi” olma yorumu eskilerde kaldı. Zira bilgisayar durağan, beyin ise son derece değişken bir yapıya sahip…

Sürekli değişen, bağlantıları sürekli yeniden oluşan bir beyne sahipken; her sabah “aynı” kişi olarak uyanmak, ya da uyandığımızı sanmak, gerçekten “beyin yakan” bir durum!

Bu ne demek; her an her yeni bakış, yeni görüş, duyuş, hissediş, yeni bir şeyler öğrenmek, beyin bağlantılarımızın şeklini değiştiriyor, yani beynimizin içinde de sürekli bir değişim var demek.

İnsan sormadan edemiyor; beyinlerimiz, dünyayı algılamamızın en önemli aracıyken ve de sürekli değişiyorken, nasıl oluyor da bir yığın sabit fikrimiz olabiliyor? Nuh deyip, peygamber diyemiyoruz kimi konularda. Zaman zaman, adama bak dün şöyleydi bugün “döndü” diye yerin dibine geçiririz bazı insanları. Siyasi trende göre durmadan “fikir” değiştiren rüzgârgülleri değil kastım elbet! Okudukları ve yaşadıklarıyla dünyaya bakışını şekillendiren, iyiye ve güzele doğru evrilebilen, yaşam boyu öğrenme sürecini ve heyecanını canlı tutan insanlar sözünü ettiğim.

İnsan; gelişen, dönüşen, çok katı olan fikirleri esneyebilen, ya da öncesinde çok önemsemediği fikirlere, daha sonra sıkı sıkıya tutunur hale gelebilen bir canlı. “Dün neysem bugün de oyum” derken bir kez daha düşünmek lâzım sanki!

Sürekli değişen dönüşen bir evrenin parçası ve her an değişen bir beyne sahip canlılar olarak sürekli sabit kalmaya çalışmak, havanda su dövmek gibi. Mümkün de değil zaten öyle bir şey! Ya gelişeceksiniz, dönüşeceksiniz, ya da geriye gideceksiniz! Bu dönüşümün ne yöne doğru olacağı bize kalmış.

Çevremizdeki 5-10 kişinin ortalamasıyız diyor bilim insanları. Hani bir söz vardır; “cahil ile sohbet etme âlim ile taş taşı” diye! Çok doğru çünkü, kimlerle en çok zaman geçiriyorsak, ne okuyorsak, ne dinliyorsak, beynimiz onlara benzemeye başlıyormuş iyi mi! Bir yönden korkunç, öte yandan harika bir durum!

Kendimize bu gözle bakınca, beynimize zarar veren her kim varsa yok edesiniz geliyor çevrenizden. Bunların başında da; her akşam çok matah bir iş yapıyor gibi karşısına oturup gündemi takip etmek adına izlediğimiz abuk sabuk televizyon programları, haberler, siyasilerin gerekli gereksiz yarattığı gündemler ve onların kuyuya attığı taşları çıkarmaya uğraşan uzmanların kavgaları geliyor akla.

Şöyle bir geri çekilip, etrafımızı saran “kaos” ortamına uzaktan bakmaya gayret ettiğimde görebildiğim şey, her konuda iki uç arasında savrulduğumuz oluyor. Ekonomiden, hukuka, sağlıktan ilâhiyat alanına kadar hemen her konuda “siyahla” “beyaz” arasında savrulup grileri kaybetmek, kafa karışıklığının baş aktörü olsa gerek. Bu kafa karışıklığının bir kısmının, bazen kasıtlı yaratıldığını düşünmüyor değilim hani! Ben buna kafa yorup, komplo teorileri üretirken, zihnin çalışma şekline dair okuduğum kitaplar, işin en azından bir kısmının kendi zihnimizden kaynaklanabileceği konusunda ışık yaktı bana. Ortalık karıştıran “dış güçleri” bıraktım, önce zihnimizin içindeki  “iç güçlere” odaklanmanın önemini fark ettim.

Zihnimizin çalışma prensibini, iki tür sistemle açıklıyorlar. Kimi uzmanlar bunu birinci ve ikinci sistem diye adlandırmış. İşin detayı uzun olmakla birlikte, çok özet şekilde söylemek gerekirse birinci sistem dedikleri; duygularımızın kaynağı olan, hızlı ve düşünmeden hareket etmemizi sağlayan, bunun yanı sıra, ani kararlarımızda çok işimize yarayan sistemimiz. Önyargılarla, dürtülerle, sezgilerle beslenen, çağrışımlarla, azıcık bilgiyle hükme varmaya kalkan, gördüğü kadarına inanan, dolayısıyla da yanılabilen, hislerimizin de kaynağı olan sistemimiz… Diğeri ise; o aceleci, ele avuca sığmayan birinci sistemin yularını elinde tutan, her istediğini yapmasına izin vermeyen, kontrolcü, akılcı düşünen bu yüzden de yavaş işleyen ikinci sistemimiz. İki sistemin de kendi faaliyet alanı içinde çok önemli görevleri mevcut. Aynı zamanda da hem işbirlikleri, hem de didişmeleri söz konusu. Ben anlamayı kolaylaştırmak için, birinci sisteme Karagöz, ikinciye de Hacivat demeyi daha eğlenceli buluyorum. Hani derler ya, “cahilin kalbi ağzındadır” diye, işte bizim birinci sistem, yani Karagöz biraz böyle!

Burada önemli olan nokta; o aceleci, istem dışı, otomatik işleyen Karagöz’ün, bölük pörçük, süzgeçten geçmemiş bilgiyle bir takım izlenimler ve inançlar üretip, bunları akılcı düşünen Hacivat’ın onayına sunuyor oluşu. Zurnanın zırt dediği yer de tam burası işte! Hacivat akılla hareket ediyor, ölçüyor biçiyor, gerekirse veto ediyor Karagöz’ün önerilerini. Çoğu zaman işe yarar öneriler getirse de bizim Karagöz bazen de, mesela sinirlenince birilerinin gözünü patlatmak geçse içimizden, denetimci Hacivat veto edip geçit vermiyor ve davranışa dönüşmesine engel oluyor bu dürtünün.

Sıkıntı şu ki bizim “Hacivat” azıcık tembel! Durup düşünmek zor geliyor ona, çünkü düşünmek enerji sarfiyatı demek! Dolayısıyla bazen durup düşünmeden bizim Karagöz’ün dedikleriyle hareket ediyor. Hatta dediğini yapmakla kalmıyor, yaptığına kılıf bulmaya uğraşıyor üstüne üstlük!

Bütün bunlar ne demek biliyor musunuz? Çoğu zaman bölük pörçük bilgiye, önyargılarımızla oluşturduğumuz inançlarımız, fikirlerimiz, izlenimlerimiz ve hislerimizle karara varıyoruz ve eğer durup düşünmezsek, bunları doğru kabul edip bir de üstüne senaryo yazıp, kendimizi kandırıyoruz! Hani Şener Şen’in “Banker Bilo” filminde meşhur bir repliği vardı; “yaptım, yaptım da sor bi niye yaptım” diye. Minareyi çalan Karagöz’e kılıf uydurmaya çalışan, düşünmeye “üşenen” Hacivat’ımız anlayacağınız.

Herkesin bir doğrusu vardır sözünü çok duymuşuzdur. Doğrumuz, ya da dünya görüşümüz neyse, her yeni bilgiyi o çerçeve içine oturtmaya çalışır, oturtamadığımızı ya reddederiz, ya da kötüleyip düşman ilan ederiz çoğu zaman. Karagöz’ümüzün bize “dayattığı” o çerçeveyi esnetmek zor gelir. Zira Karagöz öyle çok bağırır ki, çoğu zaman Hacivat sadece onu haklı çıkartmak için mesai yapar.

Şaka gibi anlattığım bu konu, aslında yaşamımızda farkında olmadan çok çoraplar örüyor başımıza. Akılcı düşünmemenin, hislerle hareket etmenin, kafamızda oluşturduğumuz önyargılar yüzünden peşin hüküm vermenin en başta kendimizi kandırmaya yol açtığının farkında bile olmuyoruz çoğu zaman.

Hislerle hareket etmenin kötü olduğunu söylemek değil kastım. Onun da yeri ayrı ve hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar da önemli, çünkü “his” dediğiniz şey, öyle kolay kolay oluşmuyor. Ardında çaktırmadan gelişen, uzun bir eğitim ve uzmanlaşma süreci mevcut.  Sadece neyi ne zaman ve nerede kullanacağımızı bilmek önemli olan… Ne zaman hislerimize güveneceğiz, ne zaman aklımıza… Bu da kocaman bir kitap konusu bu arada!

Doğrularımız, ömrümüz boyunca ilmek ilmek dokunmuştur ve bizi biz yapan unsurlardır. Onlara aykırı davranmak ya da temelden sarsılması riskiyle

karşılaşmak, kendimizle çelişki yaratacağı için korku verir insana. Bırakın yıkmayı, esnetmeye bile yanaşmayız çoğu zaman o “doğru” bildiklerimizi. Zira yenisini inşa etmek zaman ve çaba ister. Ömrümüz çoğu zaman “gerçek” olanı aramak yerine, kendi çerçevemiz içinde, doğru bildiklerimize dayanak aramakla geçer. Sadece hortumu gören, fili hortumdan ibaret sanırmış. Sanmakla kalsa iyi, bir de inat ederiz, haklılığımızda. Biz “doğruyuz”, “ötekiler” yanlış! “Çerçeveler arası” kavgalardan beslenen insanların varlığını düşünürseniz, burnumuzun neden “kaostan” çıkmadığını anlamak zor değil sanırım.

“Doğrularını” sadece ve sadece bilimle, bilgiyle ve önyargısız akılla esnetebilen ya da geliştirebilenler, “gerçek” olanı bulmaya bir adım daha yaklaşabilirler. Esnemeyen şey, bir gün kırılmaya mahkûmdur.

Rahmetli anneannem derdi ki; “tatmin olduysan ne alâ, olmadıysan aliülalâ!” Türkçe meali şu ki; duyduğun, okuduğun, seni ikna ettiyse güzel, etmediyse çok daha güzel, çünkü arayışın devam edecek demektir. Ben de diyorum ki; “cahil Karagöz” ünüzün sizi hemen ikna etmesine izin vermeyin. Kendinize karşı tetikte olun. Zihninizdeki “iç güçleri” fark edin. Duygularınızın, önyargılarınızın, dürtülerinizin oyuncağı olmamak için tek yapacağınız şeyin, durup düşünmek ve aklınızı işletmek olduğunu unutmayın. Akıl devre dışı kaldığında, dört ayaklı dostlarımızdan pek farkımız yok çünkü!

Bu yazı toplam 1142 defa okunmuştur.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2016 Özgür İstanbul | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.